|
Özellikle
son 15 yıldır teknolojinin ilerlemesiyle ve yeni tarama teknolojilerinin
bulunmasıyla, nörologlar insan beynindeki bir takım etkinlik biçimlerini
görebilmektedir. Dolayısıyla bilim adamları insan beyni ve öğrenme süreciyle
ilgili daha önceki dönemlere göre çok daha fazla bilgiye ulaşarak zekâ
olgusunun tanımında yeni bakış açıları getirmişlerdir.
Daha önceki dönemlerde bilim adamlarının kimisi zekâyı kalıtımsal, değişmeyen, bir olgu olarak varsaymışlardır. Örneğin Terman zekâyı soyut düşünce becerisi, Wechsler ise bireyin amaca yönelik akılcı düşünme kapasitesi ve çevresiyle etkin bir şekilde baş edebilmesi şeklinde tanımlayarak zekânın genel tanıma uyan, tek bir birim olduğunu vurgulamışlardır. Günümüz bilim adamlarının bakış açılarını da belirleyen temel değişiklikler ise 1953 yılı sonrasında zekânın bir bütün olarak ele alınamayacağı, birçok yetenek ve unsurların bir arada bulunması gerektiği görüşünün savunulmasıyla gerçekleşmiştir. Örneğin Skinner 1953 yılında zekânın her bir unsurunun kişilik özelliği olarak ele alınabileceğini ve zekânın tanımının ancak davranışlar kapsamında yapılabileceğini vurgulamıştır (Sevinç, 2003). Zekânın değişik tanımlanması sadece kuramsal tabanda kalmayıp beraberinde zekânın değerlendirilmesi konusunda da görüş ayrılıklarına neden olmuştur. Örneğin tüm dünyaca bilinen IQ (zekâ katsayısı) testleri, zekânın ölçülebilir, değişmeyen, kalıtımsal bir olgu olduğu görüşünün ürünüdür. Binet’den okullarda güçlük çeken kişilerin belirlenmesine yardımcı olacak bir çalışma yapmasını istemesi Yirminci yüzyılın başlarında Paris’ teki eğitim bakanlığının Alfred ve bu doğrultuda Alfred Binet’in ampirik (deneysel) bir şekilde, gençlere sorular yönelterek eğitim sistemi içerisinde sorunsuz ilerleyemeyecek öğrencileri belirlemeye yönelik yaptığı bu çalışmalar, IQ testlerinin de temelini oluşturan ilk zekâ testleridir. Daha sonra IQ testleri önce Amerika’ da daha sonra tüm dünyada yaygınlaşıp günümüze kadar ulaşmıştır. Bu testlerin felsefesinde insan zekâsının nesnel olarak ölçülebileceği ve zekâ düzeylerinin de IQ puanı olarak tek bir sayıya indirgenebileceği görüşü yatmaktadır (Saban, 2001). Son 20 yıldır psikoloji ve eğitim dünyasında, insan zekâsının IQ testleriyle ölçülebileceği görüşünün temellerini sarsan bir teori gündemi tutmaktadır: Çoklu Zekâ Teorisi nedir ve bu teoriyi bu kadar etkin ve çekici kılan nedenler nelerdir? Bu teori Harvard Üniversitesi Bilim ve Eğitim Lisansüstü Okul’u ve Boston Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji profesörü olan Howard Gardner tarafından “O Projesi” kapsamın da geliştirilmiştir. Bu teoriye göre zekâ sekiz bölümden oluşmaktadır. |
|
Gardner
insan zekâsının yukarıda da değinilen IQ testleriyle objektif bir şekilde
ölçülebileceği düşüncesine katılmamaktadır; aksine zekânın tek bir faktörle
çözebilme yeteneği olarak tanımlamaktadır. Ortaya çıkarılan bu ürün toplumda
değer verilen davranışlara göre değişik şekilde yapılanmaktadır. Toplum
içerisinde değer verilen zekâ türleri diğer zekâ türlerinden daha çok ve
çabuk gelişmektedir. Çünkü model alma yoluyla, kabul gören ve uyum gerektiren
davranışlar bireyi güdelemekte ve yönlendirmektedir (Sevinç, 2003).
The Atlantic Monthly Dergisi’nde yayınlanan bir makalede Gardner (1999), çoklu zekâ çalışmasında psikologların işlemselleştirme ve test oluşturma ilkesinden kaçınmakta olduğunu ve bunun yerine çalışmaya şu soruları sorarak başladığını söyler: “…Ben iki soru sorarak başladım. Evrimsel soru: ‘‘İnsan aklı / beyni milyonlarca yıl içinde nasıl bir evrim gösterir?’’ Karşılaştırma sorusu: ‘‘Dünyadaki farklı toplulukların değer vermiş ya da vermekte olduğu farklı yetenek ve kapasiteleri nasıl açıklayabiliriz?’’ Bu sorulardan yola çıkarak, zekânın sekiz ölçüden oluşan bir kümeyle donanmış olduğu ve bütün insanların en azından sekiz zekâya sahip olduğu sonucuna vardım. Bunlar; sözel/dilsel, mantıksal/matematiksel (okullarda en çok ödüllendiren ve zekâ testleri gibi araçlarda başarı kazanmak için çok önemli olan türler), müziksel, görsel uzamsal, beden ve doğacı zekâlar ile insanlar üzerinde yoğunlaşan kişiler arası ve içsel zekâlardır”. Aynı makalesinde Gardner, zekâ hakkında iki tamamlayıcı sav öne sürdüğünü bunlardan birincisi, evrensel sav olarak nitelendirdiği yukarıda da değindiğimiz, insanın sekiz zekâya- belki çok daha fazlasına- sahip olduğu savıdır. Burada insanoğlunu ‘akıllı hayvan’ olarak tanımlamak yerine, bilimsel anlamda ‘homo sapien’lerin bu sekiz zihinsel ifade biçimine sahip olan hayvanlar olarak tanımlanması gerektiğini vurgulamaktadır. İkinci savını ise şöyle nitelendirmektedir Gardner; “İkinci savım bireysel farklılıklarla ilgilidir. Kalıtımsal ve çevresel rastlantılar ve bunların etkileşimine bağlı olarak, aramızda tam olarak aynı oran ve karışımda bir zekâ birleşimi sergileyen iki kişi bulunmaktadır ve zekâ profillerimiz” farklıdır. Bu olgu, eğitsel sistem açısından zorluklar ve fırsatlar barındırmaktadır. Bu farklılıkları yadsıyabilir ve hepimiz aynıymış gibi davrana biliriz; tarihsel anlamda çoğu eğitsel sistemin yapmış olduğu da budur (Gardner, 1999). Bütün bu bilgiler doğrultusunda, yeni eğitim sisteminde bireysel öğrenmeye daha çok önem verilmeli, eğitim programları tembellik edilmeyip kitleleri koyunlaştırmak yerine, bireysel düşünceyi destekleyecek şekilde hazırlanıp, sunulmalı, bu teori üzerinden eğitim hayatımıza geçirilmelidir. Çünkü ancak kapasitesini her anlamda ve tam olarak kullanabilen çocuklar ileride tam yetişkinler olacaktır… Unutmayalım bir salkım üzüm bile tanelerden oluşur… Biz bireyleri olmasını istediğimiz değil, kapasiteleri doğrultusunda, olmak istedikleri gibi teşvik etmeli ve geleceğe hazırlamalıyız ki, bu da onlarda ki kapasitenin önce keşfi, sonrada performansa evirilmesi ile gerçekleşir ki onlarda ülkemizin ve dünyanın geleceğine yeni ve çözümleyici bakış açıları kazandırabilsinler… Koyun değil, kara koyun yetiştirelim, Korkmayalım, kurt kapmaz. |
29 Mayıs 2015 Cuma
ZEKÂ artık ESKİ ZEKÂ değil!
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder